18 Haziran 2017 Pazar

Genç Osman'ın Atı Süslü Kız'a (Sisli Kır) Yaptırdığı Mezar

Genç Osman 1618-1622 yılları arasında tahtta kalmış, idealist fikirlere sahip, ancak tecrübesizliğinin kurbanı olan bir padişahtı. Düzeni bozulan yeniçeri ocağını kaldırma fikrini ulu orta söyleyince isyan eden yeniçeriler tarafından saraydan alınarak önce Aksaray’daki Et Meydanı’na ve oradan da Yedikule Zindanları’na götürülerek feci şekilde boğulmuştur.

İkinci Osman’ın en büyük zevklerinden biri de ata binmekti. En gözde hayvanı da öyle görülüyor ki “Sisli Kır” adını verdiği atıydı. Bu hayvanın ölümü genç padişahı derinden etkilemiş ve Üsküdar’da babası Birinci Ahmed zamanında yaptırıldığı sanılan Kavak Sarayı’nın bahçesine sevgili atını gömdürmüştür.Genç Osman’ın atının 96 santim uzunluğunda ve 62 santim genişliğindeki mezar taşında










Zıll-i Hakk (Allah’ın gölgesi) Hazret-i Osman Hân’ın
Sisli Kır nâm (isimli) atı öğülmüştür
Emr-i Yezdân ile mevt irişecek (Allah’ın emriyle ölüm gelince)
Bu makam içre (buraya) o gömülmüştür

yazıyor. Ama, atın isminin doğrusunun “Süslü Kız” olduğu ve Genç Osman’ın, atının ölümünün verdiği acının tesiriyle cenaze emrine Osmanlıca’da “vav” harfiyle yazılan “Süslü” kelimesini “vav”ı unutarak “sis”li diye yazdığı; “kız”daki “z”nin noktasını koymayınca da “kız” sözünün “kır” olduğuna ve ortaya “Sisli Kır” diye bir atın çıktığına inanılıyor...

Genç Osman’ın atının mezar taşı kaybolup gideceği endişesiyle 1900’lerin başında Üsküdar’da bulunduğu yerden kaldırıldı ve Gülhane’deki Çinili Köşk’e nakledilip depoya kondu.

Dünyadaki ilk ve tek at evliyasının türbesi bir zamanlar Üsküdar’da idi

Kaynak;

Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası XV/9 (86)

Genç Osman ve Sevgili Atı Sisli Kır’ın Mezarı
genelturktarihi.net

Murat Bardakçı
Haber Türk 01 Ağustos 2013 Perşembe




Read more

5 Haziran 2017 Pazartesi

Türkiye Neden Amerika İle Müttefik Oldu ?




II. Dünya Savaşı başladığında elbette Sovyetlerle Türkiye arasında temaslar başlar. Türkiye, her iki devlete Balkanlar ve Akdeniz üzerinden İngiltere ve Fransa dışında herhangi bir devletten saldırı gelmesi hâlinde iş birliğine gitmeyi teklif eder. Bu teklif üzerine Sovyet yetkililer İngiltere ve Fransa ile anlaşan Türkiye’nin kendilerini Almanya ve İtalya ile karşı karşıya getirmek istediğini düşünürler. Neticede taraflar arasında yeni bir antlaşma yapılmaz ancak 1935 yılında imzaladıkları antlaşma hâlihazırda yürürlüktedir. Belki de buna güvenerek Stalin, Moskova’da temaslarda bulunan Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na Montreux Antlaşması’nda değişiklik teklifinde bulunur. Stalin’in teklifi kendi içerisinde çelişiyor, Boğazlar üzerinde Türkiye’nin hakimiyetini “zedelemeden” Türkiye ile Sovyetlere eşit haklar tanımayı ancak Boğazların savunulması noktasında sorumluluğu tamamen Türkiye’ye bırakmayı içeriyordu. Açıkça görüleceği üzere Sovyetlere, Türkiye ile eşit haklar verilmesi hâlinde hem Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki hakimiyeti zedelenecek hem de olası bir saldırı hâlinde Türkiye yalnız kalacaktı. Bu teklifin Türkiye tarafından kabul edilmemesiyle Türkiye ile Sovyetler arasındaki müzakereler “zihinlerde” sona erdi. İşin aslı Türkiye Montreux’den memnundur ve değişiklik yapmaya hiç de niyeti yoktur. Bu durumda Türkiye, İngiltere ve Fransa ile yürütülen görüşmelere ağırlık verir.


Diğer yandan Türkiye, İngiltere ve Fransa ile temaslarını sürdürmektedir ve 19 Ekim 1939 tarihinde bu üç devlet arasında Ankara’da karşılıklı yardım antlaşması imzalanır. Bu antlaşmanın imzalanması, Sovyet yayın organlarının yeniden harekete geçerek propaganda ve manipülasyon yapmalarına neden olur. Her iki gazete bir yandan İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’yi savaşa sürüklediklerini ileri sürerken diğer yandan bu devletlerin Türkiye ile Sovyetlerin arasını açmak istediklerini iddia eder. Türkiye dış politikasına yönelik bu iddialar olumsuz olarak algılansa da Sovyetlerin henüz Türkiye’nin dostluğunu kaybetmek istemediğinin göstergesidir.


1939 yılına kadar Türk yetkililer dış politikada Sovyet gerçeğini hiç bir zaman gözden ırak tutmamış, Sovyetlere bilgi vererek yürüttükleri temaslarda kendi menfaatleriyle birlikte eski müttefiklerinin menfaatlerini de gündeme getirmiş, Sovyetler aleyhine herhangi bir ittifaka girmemişlerdi. Yapılan ahde vefa gereği izlenen bu politika Sovyetlerde memnuniyet yaratacağına aksine onların her istediklerini Türklere yaptırabileceklerini düşünmelerine neden olmuştu. İşte Saraçoğlu Moskova’daki ziyaretinde bunu yakından hissetmişti. Bu nedenle Saraçoğlu’nun Moskova’daki temasları Türk-Sovyet ilişkilerindeki “samimiyetin” kaybolması ile sonuçlanmıştı.


II. Dünya Savaşı’nın başlarında Sovyetler, Almanya ile temaslarına devam ediyor, bu temaslarında Türkiye’nin menfaatlerine zarar verecek tekliflerde bulunmaktan kaçınmıyordu. Diğer yandan İngiltere, Almanya’ya karşı hem Sovyetleri hem de Türkiye’yi kazanarak birlikte ortak bir cephe kurmaya çalışıyordu.


Almanlar, Fransa’yı işgal ederek Fransız belgelerini ele geçirdiklerinde bu belgeleri tahrif ederek yayınladılar. Bu şekilde Almanlar, Türkiye’nin Sovyetlere karşı Fransa ile işbirliğine dair bir antlaşma yaptığını ileri sürdüler. Bu açıklamalar kısa süreli bir gerginliğe neden olduysa da 25 Mart 1941 tarihinde Sovyetler bir deklarasyon yayınlayarak savaşın bundan sonraki aşamasında tarafsız bir tutum sergileyerek Türk toprakları ile ilgilenmediğini açıklar. Bir kaç ay sonra Sovyetler Birliği ile İngiltere arasında karşılıklı yardım antlaşması imzalanır.


Her ne kadar tarafsız kalacağını açıklamış olsa da Sovyetler Birliği 1941 yılı içerisinde İngilizlerle bir antlaşma yaparak Almanya’ya meyilli olan İran’ı birlikte işgal etti. Bu işgal sırasında Sovyetler ve İngiltere, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygı göstereceklerini açıklama ihtiyacı hissetmişlerdi.


7 Temmuz 1942 tarihinde Stalingrad’ın Alman ve Macar kuvvetleri tarafından ele geçirilmesiyle Sovyetler Birliği zor durumda kaldı. Bu durumda başta İngiltere olmak üzere müttefik devletler Türkiye’nin savaşa katılması ve Balkanlarda yeni bir cephe açması için yoğun temaslarda bulunurlar. Türkiye ise müttefiklere yakın durmak ve onlarla anlaşmalar yapmakla birlikte savaştan uzak durmak niyetindedir. Ordusunun taarruz kapasitesine sahip olmadığını ve hazırlıksız bir taarruz hâlinde Alman karşı taarruzu ile başa çıkamayacağını düşünen Türkiye ancak yeterli silah ve cephane yardımı yapılması hâlinde savaşa girebileceğini müttefiklere bildirir. Neticede müttefikler Türkiye’ye istediği yardımı yapamazlar, Türkiye de savaşa fiilen girmez. Bu duruma en çok içerleyen zor günler geçiren Sovyetler Birliği olur.


Türkiye 23 Şubat 1945 tarihinde fiilen savaşmadığı Almanya’ya resmen savaş açacaktır.Türkiye Almanya’ya savaş açsa da Sovyetler kırgındır. 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği, 1935 yılında Türkiye ile yeniledikleri ve 10 yıl geçtiği için süresi dolan antlaşmanın II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan hadiseler ve ortaya çıkan yeni koşullar nedeniyle uzatmayacağını açıklar. Türkiye ile yeni bir antlaşma yapma şartını ise Sovyetler Boğazların statüsünde değişikliğin kabul etmesine bağlarlar. Türkiye ise Montreux Antlaşması’nın iki devlet arasında değil ancak antlaşmaya imza koyan devletler arasında görüşülerek değiştirilebileceğini vurgular ancak savaş zamanında Sovyetlerin düşmanlarının geçemeyeceğine dair bir ittifak yapabileceğini bildirir. Fakat bu öneriyi Sovyetler gündeme dahi almazlar.


Bilindiği üzere Sovyetler, 1921 yılından beri Türkiye ile antlaşmalar yaparak ve yaptığı antlaşmaları uzatarak birlikte hareket etmekteydi. Sovyetlerin açıklamaları stratejik ortaklık ve işbirliğinin sona erdiği anlamına gelmekteydi.


19 Mart 1945 tarihinde Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova’da bulunan Türk Büyükelçisi Selim Sarper’e 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması’nın Sovyetlerin zayıf olduğu bir döneme denk geldiğini ve bu şekilde arazi değişiklikleri meydana geldiğini belirterek bu meselenin tamir edilmesi gerektiğini belirtti. Burada meselenin daha iyi anlaşılması açısından geçmişe dönerek kısa bir izahat yapmak gerekiyor; I. Dünya Savaşı’nın sonlarında otorite boşluğunun yaşandığı Kars, Ardahan ve Batum TBMM kuvvetleri tarafından geri alınmış ve Sovyetler Batum’un kendi kontrolleri altındaki Gürcistan’a bırakılması şartıyla Kars ve Ardahan’ın Türkiye’ye iadesini kabul etmişlerdi. İşte Molotov bu durumu çarpıtarak anlatıyor, Sovyetlerin zayıf olduğu bir dönemde onlara Moskova Antlaşması’nın zorla imzalatıldığını ileri sürüyordu. Oysa o günkü reelpolitik ve karşılıklı uzlaşma sonrasında iki taraf gönüllü olarak bu antlaşmayı imzalamışlar, 1945 yılına kadar da hiç bir sorun yapmadan yaptıkları antlaşmaları uzatmışlardı. İşte Molotov açıkça dile getirmese de üstü kapalı olarak Kars ve Ardahan’ın kendilerine verilmesini istiyordu. Molotov’un istekleri bununla sınırlı değildi. Molotov, Boğazların savunmasına Sovyetler Birliği’nin de ortak olabilmesi amacıyla Sovyetler Birliği’ne Boğazlar’da deniz ve kara üslerinin verilmesini, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ikili bir antlaşma yapılarak Montreux Antlaşması ile belirlenen Boğazlar rejiminin değiştirilmesini teklif ediyordu. Türkiye Büyükelçisi Ankara’ya danışma gereği dahi duymadan bu teklifleri reddeti.


Güçlü komşusu ile karşı karşıya kalan Türkiye hemen uluslararası destek arayışına başladı. Montreux Antlaşması imzalandığı sırada en güçlü devlet olan İngiltere, Türkiye’nin ilk müracaat ettiği ülke oldu. Ancak İngiltere savaş öncesindeki kadar güçlü değildi ve Türkiye’ye gereken desteği sağlayamayacağı anlaşılıyordu.


Türkiye’nin İngiltere’den destek sağlayamayacağını bilen Molotov, 18 Haziran 1945 tarihinde Selim Sarper’e bir kez daha benzer teklifler sundu. Ancak Sarper bir kez daha bu teklifleri reddetti.


Sovyetler sadece Türkiye ile temaslarında Boğazların statüsünde değişiklik teklifinde bulunmuyor, uluslararası konferanslarda da artık bu dileğini açık açık ifade ediyordu. 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında düzenlenen Postdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği, Boğazların statüsünde değişiklik teklifini bir kez daha gündeme getirdi. İngiltere ve ABD de değişen koşullar gereği Montreux Antlaşması’nda değişikliğe gidilebileceğini ancak bunun uluslararası müzakerelerle gerçekleşebileceğini bildirdiler. Neticede konferans bu konuda bir karar almadan dağıldı.


Postdam Konferansı’nın ardından ABD Devlet Başkanı Truman, Sovyetlerin istediği kadar değilse de Montreux Antlaşması’na göre savaş sırasında Sovyetleri gözeten bazı değişiklikler yapılmasına taraftar bir tutum sergiliyordu. Ancak Sovyetlerin II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ile birlikte işgal ettiği İran’dan çekilmek istememesi, bu bölgedeki petrol yataklarına sahip olarak Türkiye’ye baskı yaparak yayılma eğiliminde olması Truman’ın adeta gözlerini açtı. Sovyetlerin Boğazlarla ilgili taleplerine kısmen de olsa olumlu ve ılımlı yaklaşan Truman’ın politikaları değişmeye ve sertleşmeye başladı. Sovyet yayılmasını onu çevreleyerek engellemeyi planlayan ABD açısından Türkiye’nin jeopolitik konumu büyük önem arz ediyordu. Bu nedenle ABD bundan sonraki süreçte Türkiye’yi ve Sovyet yayılma sahası içerisine giren devletleri destekleme esaslı politikalar izleyecektir. ABD’nde görev başında vefat eden Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini 5 Nisan 1946 tarihinde İstanbul’a getiren ve ABD’nin en büyük savaş gemilerinden Missouri'nin ziyareti Türk-ABD ilişkileri açısından yeni bir başlangıç olarak kabul edilirken Sovyetlere, ABD’nin Türkiye’nin yanında olduğuna dair bir mesaj verildiği noktasında otoriteler hemfikirdir.

8 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetler Birliği, Türkiye’ye bir nota vererek savaş sırasında Alman savaş gemilerinin muhtelif tarihlerde Boğazlardan geçerek kendi güvenliklerini tehdit ettiğini ileri sürdü. Buna göre 1941 yılında Seefalke adlı bir Alman sahil muhafaza gemisinin, 1942 yılında ise toplam 140,000 tona ulaşan Alman Savaş ve yardımcı gemilerinin Boğazlardan Karadeniz’e geçerek Sovyetlerin güvenliğini tehdit etmiş 1945 yılı Haziran ayı içerisinde de bunların bakiyesi olmak üzere toplam 13 Alman savaş ve yardımcı gemisi Karadeniz’den yine Boğazlar yoluyla geri dönmüşlerdi. Buna istinaden Sovyetler Montreux ile belirlenen Boğazlar rejiminde değişiklik talep ediyordu. Sözkonusu talepler Boğazların Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine savaşta ve barışta açık olmasını, Boğazların özel olarak belirlenecek hâller dışında Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulmasını, Boğazlardan geçiş rejiminin Türkiye ile birlikte Karadeniz’e kıyısı olan devletler tarafından belirlenmesini, Boğazların Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından müştereken savunulmasını içeriyordu. Sovyetler Birliği bu notayı ABD ve İngiltere’ye de sunmuştu.


TBMM 14 Ağustos 1946 tarihli oturumunda Sovyet taleplerini müzakere etti. Neticede Türkiye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne aykırı bu taleplerin reddedilmesine karar verildi. Ancak bu kararın Sovyetlere tebliği için ABD ve İngiltere’nin vereceği cevap beklenecekti.


ABD yönetimi Sovyetlerin Boğazlarla ilgili talepleri titizlikle inceledi ve bu taleplerin yayılmacı politikaların bir ürünü olduğu yönünde kanaate vardı. 18 Ağustos 1946 tarihinde Akdeniz’e bir filo gönderme kararı alan ABD, 19 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetlere bir nota vererek cevabını iletti. Buna göre ABD, Boğazların Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine savaşta ve barışta açık olması ve Boğazların özel olarak belirlenecek hâller dışında Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulması konusundaki Sovyet taleplerine katıldığını ancak bunun dışındaki talepleri kabul etmediğini açıkladı. İngiltere de ABD’den iki gün sonra benzer bir cevap verdi.


ABD ve İngiltere’nin resmi cevabını öğrenerek rahatlayan Türkiye Sovyet talepleri hakkında aldığı kararı 22 Ağustos 1946 tarihinde Sovyet yetkililere iletti.


Sovyetler Birliği kolay kolay vazgeçmeye yanaşmıyordu. 24 Eylül 1946 tarihinde bu kez sadece Türkiye’ye bir nota veren Sovyetler Birliği taleplerini tekrarladı. Bu notayı Türkiye ABD ve İngiltere’ye iletti. Kendilerine Sovyetler Birliği tarafından bir nota sunulmadığı hâlde 9 Ekim 1946 tarihinde ABD ve İngiltere Sovyetlere bir nota vererek Boğazlar rejiminin Karadeniz’e sahili olan devletler tarafından belirlenmesi ve Boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından müştereken savunulması fikrine karşı çıktılar. Bu desteği arkasına alan Türkiye 18 Ekim 1946 tarihinde Sovyet taleplerini bir kez daha reddetti.


Boğazlarla ilgili talepleri karşısında uluslararası camiadan tepki gören Sovyetler 1945 yılından itibaren Ermenilerin Türkiye’ye yönelik taleplerini gündeme getirerek yeni bir günden oluşturmaya ve destek sağlamaya çalışacak, fakat umduğunu bulamayacaktır.


1947 yılında Truman Doktrini, 1948 Marshall Planı ile 1949 yılında Sovyetlere karşı NATO’nun kuruluşuna önderlik yaparak Sovyet yayılmacılığını engellemeye çalışan ABD, bundan sonraki süreçte bölgeye yönelik karar ve eylemeleriyle yeni tartışmalara yol açacaktır.


Diğer yandan 1953 yılında Stalin ölür. Ondan sonra Sovyetler Birliği Türkiye’ye yönelik toprak taleplerini geri çektiğini açıklar ancak Montreux Antlaşması yokmuş gibi davranmaya devam eder. Türkiye ise bu açıklamaya pek önem vermez. Bir kaç ay sonra Sovyetler Birliği’ne verdiği cevapta Türkiye, toprak taleplerinin geri çekilmesi ile ilgili açıklamalardan memnuniyet duyduğunu ancak Boğazlar rejiminin Montreux Antlaşması’na tabi olduğunu hatırlatır. Bundan sonra Türk-Sovyet ilişkileri 1920-45 yılları arasındaki yakınlıktan çok daha farklı gelişecektir.



TÜRK DIŞ POLİTİKASI
DOÇ. DR. ABDURRAHMAN BOZKURT
Read more

22 Mayıs 2017 Pazartesi

E-Kitap Cahiliye Kültüründe Allah İnancı-2









3)"Andolsun ki biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helak ettik. Ayetleri, belki onlar küfürden imana dönerler diye tekrar tekrar açıkladık. O vakit Allah'ı bırakıp da güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme ilahlar onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme ilahlar kendilerinden ayrılıp kayboldular Bu onların yalanlarıdır; uydurmakta oldukları şeydir" (Ahkaf, 27,28).

"Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek mişim? Siz hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ben O'ndan başka ilahlar edinir miyirn? Eğer o çok esirgeyici Allah bana zarar vermek isterse (iddia ettiğiniz) o şeylerin şefaati bana hiç bir fayda vermez. Onlar beni asla. kurtaramazlar" (Yasin, 22, 23)

"Onu bırakıp ta kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki:" Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz. Şüphe yok ki Allah, onlarla mü'minler arasında ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir"(Zülner, 3)

"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar ne bir fayda veremeyecek şeylere taparlar Bir de; 'Bu putlar; Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler' (Yunus,18)

Bu ayetlerden anlaşılabilecekler şunlardır:

Cahiliyet devri insanları, uluhiyetin, ilah olduklarına inandıkları kimseler arasında paylaşılmadığı ve hepsinden üstün bir ilah olmadığı inancında değillerdi. Lügatlarında, Allah kelimesi ile isimlendirdikleri her­ şeyden üstün bir ilahın ilahlığında, onların da biraz nüfz ve dahli bulunduğunu, isteklerinin bu yüce ilah huzurunda makbul olduğu, istek ve arzuların, onların şefaatleri sayesinde mümkün olduğu noktasında toplanır. Bu gibi zanları sebebi ile, onları Allah ile birlikte ilah edinmişlerdir. Bunlardan da anlaşılıyor ki, bir insan birisini Allah katında kendisi için şefatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterir, adaklar kurbanlar sunarsa, bütün bunlar cahiliyyet devri insanının dilinde onu ilah edinme, ilah seçme adını alır.

Ebu'l-Ala Mevdudı 
Kuran'a Göre Dört Terim
Kitabı okumak için tıkla
Read more

18 Mayıs 2017 Perşembe

Kars İli ve Çevresinde Ermeni Mezalimi - M. Fahrettin Kırzıoğlu


1807 -1917 arasındaki 111 yılda 5 Türk - Rus Savaşı'na sahne olan Kars, bu arada 3 Rus işgali (1828, 1855, 1877) ile, 3 korkunç Rus kırgını (1828, 1877, 1915) görmek felaketine uğramış, maddi ve manevi varlığından çok nesneler yitirmiştir. 3 Mart 1878 Yeşilköy Antlaşması ile "savaş tazminatı" yerine Çarlığa bırakılan ve 3 Mart 1918 Brest - Litowsk Antlaşması ile Bolşevik Rusya'dan geri alınan Kars ili, "Büyük - Ermenistan" hayali ile Ruslar'm ortaya çıkartıp şımarttığı Ermeniler'in fesat ve tecavüzleri ile de 1905'ten beri karşı karşıya kalmıştı.

Kasım 1917 başlarında Bolşevik idaresinin Rusya'ya hakim olması ile, geniş bir silahlı teşkilata kavuşup, yüze çıkmaya başlayan Ermeniler, Doğu - Türkiye'deki yerli Türkleri kırarak azaltıp yok etmek suretiyle bir "Ermeni çokluğu kurma" gibi pek kanlı ve vahşi bir siyaset güttüler. 

Erzincan'dan Ahılkelek ve Borçalı'ya kadar ki, 1918 Ermeni Mezalimi arasında, Kars'ın başına gelen korkunç ve acıklı felaketler ile, 1919 -1920 arasındaki bu gibi faciaların belgelere dayanan anlatımı, bugün nüshaları resmi kütüphanelerimizde bile bulunmayan ve 1918 -1921 arasında : İstanbul, Erzurum, Batum ile Kars'ta basılmış 7 risaleden Karslılar'ın ve gelecek nesillerimizin öğrenmesi için, bu derleme eseri yayınlıyoruz...

Buradan İndiriniz...

Read more

24 Nisan 2017 Pazartesi

E-Kitap Ermeni Tabusu - Yves Ternon





Türkiye kamuoyu Ermeni sorununa ilişkin ancak tek taraflı, resmi bir bilgilendirmeye sahip. 1915 yılında ne oldu sorusuna verilen yanıt ise; "soykırım olmadı" , "karşılıklı çatışmaydı", "savaş hali vardı" , "önce onlar saldırdı" biçiminde yani olayların inkarından çok nitelik ve niceliğini tartışmaktan ibaret.
Peki , karşı tarafın tezleri ne? Bu, Türkiye kamuoyunca hiçbir zaman ayrıntılı biçimde öğrenilemedi.(Arka Kapak)
Buradan İndiriniz..

Read more

15 Nisan 2017 Cumartesi

E-Kitap - FOSSATİ'NİN AYASOFYA ALBÜMÜ - LONDRA 1852



Ayasofya'nın dış mekanında imparatorluğun her yerinden gelen mermerlerle oluşturulmuş duvarları imparatorluğun gücünü yansıtır. Mermer duvarlardan arta kalan bölümde ise dönemin imparatorlarının, eşlerinin, çocuklarının bulunduğu; altın, gümüş gibi malzemelerden yapılan mozaikler büyük önem taşımaktadır. Mozaiklerin günümüze ulaşmasında şüphesiz en önemli aşama Gaspare Trajano Fossati'nin gerçekleştirdiği restorasyondur.

Sultan Abdülmecid zamanında gerçekleştirilen restorasyonda Fossati, duvarlardaki mermer kaplamaları temizletip cilalatmıştır. Tonozlar ve kemerler arasında çalışmalara Osmanlı'nın boyadığı badanaları yavaş yavaş kazıyarak başlamıştır. Tabakaların ardından eski Bizans mozaikleri çıkmıştır. İlk mozaiğe rastlayan İtalyan mimar Fossati dönemin padişahı Sultan Abdülmecid'i Ayasofya'ya davet ederek fikrini sormuştur. Sultan Abdülmecid'in de kararıyla mozaikler ortaya çıkarılmaya başlanmıştır. Mozaikleri ortaya çıkarırken yapı içine iskeleler kurulup nakışlar yenilenmiş. Dönemin ünlü hattatı Hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazdığı İslam aleminin en büyük hat levhaları olarak bilinen 8 adet cami takımı bu çalışmalarda ana payelere asılmış. Ayrıca yapının kubbesine Nur Suresi'nin 35. ayeti bu restorasyonda işlenmiştir. Fossati bu çalışmalarını 1849 yılında tamamlayıp, caminin Ramazan ayında açılmasını sağlamıştır. İtalyan mimar, Ayasofya'nın mozaiklerini belgeleyecek bir fotoğraf albümü çalışması yapmak için Rus çarından yardım istemiş ancak istediği yardımı alamayınca bu çalışmayı bırakmış. Fotoğraf albümüne Ayasofya'nın iç ve dış görünümlerini, yapının çevresini gösteren levhalarla devam etmiş. Albümü Sultan Abdülmecid'e sunmak için Londra'da bastırmıştır.

Bu albüm içinde 25 levha bulunuyor. Albümün ilk sayfasında Sultan Abdülmecid'in yardımını belirten bir başlık sayfası bulunuyor. Albümde dönem Ayasofya'sının farklı duruşları, iç ve dış görünüşleri belge olacak niteliktedir.

Buradan İndiriniz
Read more

11 Nisan 2017 Salı

E-Kitap Aram Andonian’ın Belgeleri 1920 -Fransızca





Aram Andonian'ın (Andonyan Belgeleri'nin) 1920'de yapılan Fransızca ilk baskısı.Belgelerin incelemesi daha önce paylaştığımız Ermeni Mitomanyası-Erich Feigl isimli kitabın 102. sayfasinda..

Buradan İndiriniz
Read more

10 Nisan 2017 Pazartesi

Tarihte Bugün ; Milli Şehidimiz Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in Şehadeti 10 Nisan 1919




Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin.Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet…”

Cennet Mekan - Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey..10 Nisan 1919
Read more

8 Nisan 2017 Cumartesi

E-Kitap Ermeni Mitomanyası-Erich Feigl

Kitabın Almanca baskısından sonra, iki önemli tecrübem oldu. Birincisi, Katolik Mekitaristlerle ki burada söylenenle hiçbir ilgileri yoktur — bir toplantı sırasında karşılaştığım Orta Avrupa Ermeni Ortodoks (Gregoryan) Kilisesin de çok üst bir mevkideki bir görevli benim yüzüme
 "Nasıl olur da beş para etmez Türkleri, ölmüş Ermenilere karşı kitabında güzelmiş gibi gösterirsin!" dedi. Yanlış anladığını zannedip ne dediğini sorduğumda, daha şiddetli bir şekilde "Evet, beş para etmez Türkler, dedim" dedi. 
Ermenilerin tarihe bakışını işte bu cümle sanki özetliyor gibi. Bu bizim için şaşırtıcı olmamakla beraber, gerçekleri yansıtmadığı da kesin.

Bu kitap ve film için ön araştırma yaparken, geniş bir bakış açısıyla kaynak toplamak istediğimden işim pek de kolay olmadı. Bunu yaparken, kendilerine karşı en derin saygılarımı sunduğum insanlarla tanıştım: Örneğin; İstanbul Ermeni Apostolik Patriği Snork Kalutsyan Hazreti ve yine İstanbul'daki Ermeni Hastanesi'nin doktor ve hemşireleri. Bu kimselerin adını burada, öğretim görevlisi entelektüellerden, Ermeni çiftçilere ve onların, Franz Werfel'in meşhur ettiği Musa Dağı'nda yaşayan ailelerine kadar birçok asil Ermeninin yerine zikrettim. Elbette, araştırmalarım sırasında başka birçok kişiyle tanıştım. 

Özellikle Ermeni Zoryan Enstitüsü Başkanı Dr. Gerard Libaridian'ı da anmak isterim. Dr. Libaridian ile Cambridge, Massachusetts'deki ofisinde uzun saatler geçirdik ve çok ilginç konuşmalar yaptık. Dr. Libaridian, zeki, hayat dolu, bilgili, becerikli ve kendine güvenen biri. Onunla yaptığımız konuşmaları konu alan bir oyun bile yazılabilir.  Bu konuşma sırasında, ev sahibimin en ateşli ifadelerini sürekli not aldım. Birçok defa sözde "Andonian Belgeleri"nden bahsetti.  Dr. Libaridian'ın bu belgelerin uydurma olduklarını bildiğini düşünmek makul gözüktüğünden, konuyla ilgili tek bir kelime üzerinde zaman harcamak istemedim. Konuşulacak daha ilginç birçok konu vardı. Ama özellikle, Aram Andonian'ın kitabı ve bu kitabın belgeleri üzerinde durdu. Sonunda, 
"Ama Dr. Libaridian, benim gibi siz de biliyorsunuz ki, `Andonian Belgeleri' uydurmadır," demek zorunda kaldım.  Dr. Libaridian'un, sitemkâr cümleme verdiği kısa ve net cevabını ve yüzündeki ifadeyi hiç unutmayacağım: " Ee ? " 
Buradan İndiriniz 
Read more

1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi- Georges de Maleville





Elinizde tuttuğunuz, gerçeğin ışığıyla, Batı'nın öne sürdüğü savları çürüten bir kitap, bir Fransız Avukatının 1915 Ermeni olaylarıyla ilgili nesnel ve başarılı savunması olmanın ötesinde, Türkiye'yi asılsız savlarla suçlayanlar için hazırlanmış bir iddianemedir. Avukat George de Maleville, Ermeni soykırımı savını belgelerle çürütmekle de kalmıyor, Fransa'nın diktiği "Kin Anıtı"nın" ... Bayağı bir düşüncenin ürünü" olduğunu vurgulayarak tarihe not düşüyor.

Maleville konuyu her aşamada belgelere dayanarak inceliyor. Bilgi ve belge için İstanbul'a geldiği ianlıyoruz. "İstanbul'a giderek tüm kentte oturan Ermeni toplumu ziyaret ettik ve yüzlerindeki ifadeyi inceledik. Hiçbir yerde, Türkler'le sürekli olarak birlikte yaşayan Ermenilerde hiçbir korku duygusuna rastlamadık. Pazar yerlerinde, limanda bulunan lokantada, iki toplum arasındaki bağlılık tamdır ve burada Paris'ten göç etmiş toplumlar arasındakinden çok daha içtenlikli bir sempatiyle sürmektedir. (Arka Kapak)



Türk Aleminin tarihçisi olarak, hiç kuşkusuz ki tarafgirliğimden kuşkulanır ve ben tarihçi olarak, bundan kuşku duymamaya çalışıyor, bundan bağışık olmadığımı belirtmeye cesaret edemiyorum. Ne olursa olsun, tarafgirliğin Türkiye'nin düşmanlarında eksik olmadığını bilecek kadar iyi bir mevkiideyim. Bu yüzden, burada duygulanmı gizteyeceğim. Hiç­ bir konuda, kendimi ne yargıç, ne de jüri üyesi olarak görmüyorum. Ancak, üstad Maleville'in tutumunun, özgür bir insanın, moda ve akımlara aldırmadan, söylemek istediği şeyi açık bir biçimde ve yü­ reklilikle söyleyen bir kişinin tutumu olduğunu kuşkusuz söyleyebilirim ve onun düşündüğü şeyin, vicdani hakkı için, gerçek olduğuna inanırdım. Herkesin görüşünü açıklayabilmesi demokratik ülkelerin bir onurudur. İnsanlığın bu onurunu herkes gerçekleştirebilir. Tanrı bile kullarına kendisine hayır deme hakkını vermemiş midir?

Önsözden

Jean " Paul ROUX

CNRS'da Araştırma Müdürü


Read more

E- Kitap Kurds and Armenians by Ximénez, Saturnino, 1852-Published 1895






It would be very difficult at the present time to clearly define the geographical boundaries of the Asiatic regions inhabited by closely intermixed Kurds and Armenians. By tracing a diagonal line from the Black Sea, in the neighbourhood of Batoum, to the Persian Gulf and passing through Suleimanieh, you will find Kurds on each side of that line. It seems as if the Kurdish population will not cease to spread until it finds no more territory before its path. It extends towards the Western part of Mesopotamia, it encroaches upon Syria, it is scattered all over the Plain of Koniah, reaching the neighbourhood of the Bosphorus. The Western and North- Western portions of Persia are belonging, as it were, to the Kurds, whilst on each side of the TurcoPersian frontier, between Suleimanieh and Bayazid, they form a compact mass which dwells over the whole boundary line, forming a zone which is lying between Persians and Osmanlis. Its propagating and assimilating power is immense. At the begin- ning of the Seventeenth Century Shah Abbas Mirza Khan con- ceived the idea of implanting Kurdish colonies in Khorassan for the purpose of repelling the incursions of Turcomans, against whom the inhabitants were powerless. The 15,000 families sent there at that time have developed now into 45,000 families, which represent in round numbers 275,000 Kurds who are settled in the provinces of Boundjour, Dereghez, and Koutchan. As for the Ottoman Empire the Kurds are extending as far as the Lower Tigris, and are assimilated to the Turcoman tribes, especially the Hamawanes. In the Suleimanieh district the Arabs, who were the original settlers, have become Kurds, and use a Kurdish dialect, Kurdish customs and Kurdish various creeds, but it should be noticed that in regard to ethnography the Semitic type has absorbed the Iranian. The same phenomenon applies to the Tairanians, who, being dispersed over the Taurus table- land have become Kurds or semi-Kurds.

Kurds and Mussulmans are inseparably linked together, albeit the former are affiliated to nearly all sects and creeds in Asia Minor

Whilst I was collecting information about the topographic situation of each tribe and its movements I have obtained an exact notion of the number of families and tents, and also of the houses in each village. This has enabled me to collect all the necessary facts for the purpose of drawing the map of Kurdistan, with the names of all the communities and tribes. The reader will find at the end of this sketch the tables of the Armenian population as compared with the Mussulman in the vilayets where Armenians are in number and where they are to be found intermixed with Kurds, including the vilayet of Trebizond, where Kurds are merely passers by, and also of the vilayet of Mossoul, which forms an integral part of Kurdistan, and where no Armenians are to be found. The relative number of each race is moreover to be found in the grand total and not in each locality, as for instance there are 47,200 Armenians at Trebizond, whilst at Mossoul there are 50,000 Kurds :




Read more

E-Kitap OSMANLI'NIN SON DÖNEMİNDE ERMENİLER - Editör TÜRKKAYA ATAÖV



Kitaba, "Ek Başvuru Kaynakları" adıyla bir bibliyografya da eklendi.Önde gelen Ermeni araştırmacılarca hazırlanan üç bibliyografyanın dışında, A.B.D. eski Büyükelçisi Henry Morgenthau'un anı­ları gibi aşırı ölçüde Ermeni yanlısı olup bir hayli etki yaratmış olanlara da listede yer verildi.

Bibliyografyamızda Aram Andonyan'ın 1920 yılında üç dilde yayımlanan ve "soykırımın gerçekliğini kanıtlıyor" dediği sözde "resmî Osmanlı belgelerine" dayanan kitabı da bulunuyor. Bunları oluşturan gizli Ermeni yazarlarının parmak izleri niteliğinde maddî hatalar, tartışma dışı bırakılan gerçekler ve çelişkilerle dolu bu "belgelere", tutuklayıp Malta adasma götürdükleri 144 Türk ileri gelenini yargılayabilmek için Osmanlı arşivlerini ve başka kaynakları araştıran İngilizler bile itibar etmemişlerdi......

Bu konuyu bitirirken, şu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız ki, Birinci Dünya Savaşında Anadolu'da aynı toprak için çatşan iki milliyetçi akım karşı karşıya gelmiştir. Büyük ve çağdaş Orta Doğu tarihçisi Bernard Lewis'in sözleriyle bu mücadele "taraflar eşit olmasa da, yaşamsal konular üzerine verilmiş bir mücadeledir". Herhangi tarafsız bir gözlemcinin tahmin edeceği gibi, mücadeleyi 1.5 milyon (belki de, daha az) Anadolu Ermenisi değil, 14 milyonluk Anadolu Müslümanları kazanmaya mahkûmdu. Tüm ilgililer için talihsiz olan cihet şudur ki, isyanı başlatan ve bu nedenle isyamn sonucundan sorumlu olması gereken Ermeni ihtilâlciler ne yansızdır, ne de gözlemcidir.
Ömer İzgi
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı


Buradan İndiriniz
Read more

E-Kitap - ERMENİ İDDİALARI VE TARİHİ GERÇEKLER-DIŞİŞLERİ BAKANLIGI S.A.M - 1998 ANKARA


....Burada, hayali bir Ermenistan vaadiyle Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırtan Rusya'nın kendi ülkesinde Ermenilere nasıl muamele ettiğini ve asıl niyetlerinin ne olduğunu kısaca belirtmekte yarar görüyoruz. Rusya Kafkaslara indiğinde Kafkas Ermenilerini Ruslaştırmayı ve ortodokslaştırmayı öngören bir politika izlemeye başlamıştır. Bu amaçla 1836'da Polijenia kanunu çıkarılmış Eçmiyazin Katolikosluğunun yetkileri kısıtlanmış, Katolikos tayini Çarın görev alanına girmiştir. 1882'de Ermeni gazeteleri ile okulları kapatılmış, 1903'de ise bu kez Ermeni kilisesi, kurum ve okullarının mal varlığına el konulmuştur.

Özetle, Rus Dışişleri Bakanı Lebonof Rostowski'nin ünlü deyimiyle "Ermenisiz bir Ermenistan" hedef alınmıştır. Bu deyimin, son yıllarda, bazı Ermeni yazarlarca Osmanlı Yönetimine atfedilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu husus da Ermeni propagandasımn karakteri hakkında belirgin bir fikir verebilmektedir.

Rusya'nın Ermenilere yaptığı baskı ve zulüm gerek Ermeni, gerek yabancı yazarlarca ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Biz şu iki örneği vermekle yetiniyoruz: Ermeni tarihçi Vartanyan Ermeni Harekätımn Tarihi adlı kitabında şunları yazmaktadır:

"Osmanlı Ermenisi Çarlık Rusyası Ermenisine göre gelenek, din, edebiyat ve dil itibariyle tamamen serbestti."
Edgar Granville de "Rus mezalimine karşı Ermenilerin tek sığınağının Osmanlı Devleti olduğunu" kaydetmektedir.Rusya'nm asıl niyeti Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurulmasını sağlamak değil, bu toprakları ilhak etmektir. I. Dünya Savaşı içinde yapılan Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılması anlaşmalarında Ermenilerin üzerinde muhtar bir devlet kurmayı hayal ettikleri topraklar Rusya ve Fransa arasında taksim edilmiştir. Rus Çarı de Eçmiyazin Katolikosuna "Rusya'da bir Ermeni meselesi olmadığını" söyleyerek Rus niyetini açıkça dile getirmiştir.Ermeni yazar Boryan bu hususu şu sözleriyle isabetle teşhis etmiştir:

"Çarlık Rusyası hiçbir zaman Ermeni muhtariyetini sağlamak istememiştir. Bu nedenle Ermeni muhtariyeti için çalışan Ermeniler aslında Rusya'nın Doğu Anadolu'yu ele geçirmesi için Çarlık ajanı olarak faaliyet göstermişlerdir."
Öyle ise, Ruslar Ermenileri yıllarca aldatmışlar ve Ermeniler boş bir hayal peşinde koşmuşlardı

Buradan İndiriniz

Read more

4 Nisan 2017 Salı

Sultan V. Murad'ın Masonluğu Hakkında,Mason Dergisinde Yayınlanan Bazı Belgeler






''MİMAR SİNAN DERGİSİ'' Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locasının
tarihî çağdaş ve gerçekçi açıdan araştırma ve yayın organıdır.


Osmanlı Padişahlarından V. Murad'ın şehzadeliği sırasında Mason olduğu öteden beri bilinmekte idi. Şehzade Murad’ın tekrisi «Proodos » Locası tarafından yapılmıştır. Tekris merasimi 20 Ekim 1872 tarihinde, Kadıköyünde Louis Amiable'in evinde yapılmış olup,zaptın altında, Murat dahil celsede bulunanların hepsinin imzaları vardır





Not;Tarih resmi bloğu, hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. Sitemiz, 5651 sayılı yasada tanımlanan şekliyle “yer sağlayıcı” olarak hizmet vermektedir. İlgili yasaya göre, Site yönetiminin hukuka aykırı içerikleri kontrol etme yükümlülüğü yoktur. Bu sebeple,Tarih resmi bloğu ‘uyar ve kaldır’ prensibini benimsemiştir.Telif hakkı için veya kaldırılmasını istediğiniz bağlantı için alikaya37@gmail.com adresine mail atınız.


5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Ek Madde 4

5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Ek Madde 4 – (Ek: 21/2/2001 - 4630/37 md.)
(Değişik üçüncü fıkra: 3/3/2004-5101/25 md.

"Dijital iletim de dâhil olmak üzere işaret, ses ve/veya görüntü nakline yarayan araçlarla servis ve bilgi içerik sağlayıcılar tarafından eser sahipleri ile bağlantılı hak sahiplerinin bu Kanunda tanınmış haklarının ihlâli halinde, hak sahiplerinin başvuruları üzerine ihlâle konu eserler içerikten çıkarılır. Bunun için hakları haleldar olan gerçek veya tüzel kişi öncelikle bilgi içerik sağlayıcısına başvurarak üç gün içinde ihlâlin durdurulmasını ister. İhlâlin devamı halinde bu defa, Cumhuriyet savcısına yapılan başvuru üzerine, üç gün içinde servis sağlayıcıdan ihlâle devam eden bilgi içerik sağlayıcısına verilen hizmetin durdurulması istenir. İhlâlin durdurulması halinde bilgi içerik sağlayıcısına yeniden servis sağlanır. Servis sağlayıcılar, bilgi içerik sağlayıcılarının isimlerini gösterir listeyi her ayın ilk iş günü Bakanlığa bildirir. Servis sağlayıcılar ile bilgi içerik sağlayıcıları, Bakanlıkça istendiği takdirde her türlü bilgi ve belgeyi vermekle yükümlüdür. Bu maddede belirtilen hususların uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Bakanlık tarafından çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenir."
Read more

1 Nisan 2017 Cumartesi

Türk Yahudileri Aşkenazlar

Aşkenaziler veya Aşkenazlar, dinen Musevi, ırken Türk soylu olanlardır, yani Musevi Hazar Türkleridir. Hazarların bir ksmının 7. veya 8. yüzyılda, Yahudi göçmenlerin Hazar ülkesine girmeleriyle Yahudiliği benimsediği kabul edilir.* Bilindiği gibi, Asurlular, Babilliler ve Araplar gibi Sarilerin "Aşkenaz" dedikleri; Yunanlıların, Romalıların ve Perslerin "Partlar" dedikleri halk, bizim "Arsaklar" olarak bildiğimiz halktır. Arsaklar da İran Sakalarını bir devamıdır. Arsakların Turani veya Türk soylu olduğunu kabul eden birçok Batılı bilgin vardır.** Dolayısıyla onların bir devamı olan Sarilerin Aşkenaz dedikleri Hazar halkının da bir Türk halkı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.

Modern dönemden itibaren Aşkenazlar üzerine çalışmalar yapan herkes onların etnik olarak Türk olduğunu kabul etmiştir. Ünlü Türk düşmanı fakat iyi bir tarihçi ve dilci olan J. Erest Renan (1823-1892) onların Türk olduğunu söylemiştir. Eğer konuyla ilgili yüzde bir bile tereddüdü olsaydı Renan Aşkenazlara Türk demezdi. Yine Renan'ın dediği gibi, Hazar Hanlığı dağılınca bir­ çok Aşkenaz kabilesi Balkanlara ve Kuzey Avrupa'ya göç etmiş­tir. Zamanla Türkçelerini kaybederek bölgenin dillerini benimsemişlerdir. Almanya gibi bazı bölgelerde yerel dil Almanca ile kendi ana dilleri Türkçenin ve din dilleri İbranicenin karışımıyla Yidiş olarak anılan karma bir dil oluşmuştur. Sami kökenli Yahudiler başlangıçta Güney İtalya ve Fransa, özellikle de İspanya ve Portekiz'de yaşıyorlardı. Bir kısmı zamanla Almanya ve diğer Kuzey Avrupa ülkelerine göç ettiler. Oralarda Aşkenazlar ile birlikte yaşamış ve çoğu da Yidiş dilini öğrenmiştir. Ancak bazı Yahudi yazarlar, siyasi ve ideolojik amaçlı olarak 1940 yılından itibaren Avrupa'da yaşayan ve Avrupa'dan ABD'ye göçmüş bütün Yahudilere Aşkenaz veya Aşkenazi demeye başlamışlardır. Tamamen yanlış olan bu adlandırmayı maalesef bugün de devam ettirenler vardır. Yanlışlığı yukarıda söylediğimiz gibi, Aşkenaz'ın bir din veya mezhep adı değil; etnik bir ad olmasındandır. Onlar genel olarak Hazar Türkleridir; özel olarak Hazar Türklerinin Musevileridir.

Aşkenazların dışındaki Avrupa Yahudileri Sami kökenlidirler, yani Yahudi veya İsrailoğullarındandırlar. Özellikle MS 70 yılında Romalıların Mabet'i yıkıp Yahudileri sürgün etmeleri neticesinde İtalya, İspanya, Fransa ve Portekiz gibi Güney Avrupa ülkelerine göçen Yahudiler Sami kökenlidir. Bunlar zamanla İngiltere, Almanya, Polonya ve diğer Kuzey Avrupa ülkelerine dağılmışlardır. Sonra da, bilindiği gibi çoğu Amerika'ya göçmüştür. Oysa Aşkenazların Avrupa'ya ilk göçleri, Sami kökenli Yahudilerin göçlerinden yaklaşık bin yirmi yıl sonradır. Bunları birleştirme siyaseti ise 1930-1950 yılları arasında Avrupa'da kabaran antisemitizm hareketidir. Siyonistler, bütün Avrupalı Yahudileri "Aşkenaz" adıyla güya bir araya toplayarak antisemitizme karşı güç oluş­turmak istemişlerdir. Ancak bu aynı zamanda bir hedef saptırmaydı; antisemitizmin önüne Aşkenazları sürmekti. Nitekim o tarihler arasında Avrupa'da Yahudiler aleyhine ne yapılmış ise, bu gerçek Semitik Yahudilere değil; Türk Aşkenazlara yapılmıştır. Hitler'in gaz odalarında yaktığı kimselerin büyük ço­ğunluğu, 1869 Rus sürgünüyle Almanya ve Polanya'ya sığınan Aşkenazlardır. Dolayısıyla çok kısa ifade edecek olursak, bugün her nerede yaşarsa yasasın bir Aşkenaz, gerçekten Aşkenaz ise dinen Musevi'dir ve kendini Musevi sayar; ancak etnik köken itibarıyla Hazar Türküdür. Aslında Sami kökenli Yahudiler, ger­çekte Aşkenazları asla Musevi veya Yahudi saymazlar. Avrupa'da ve Amerika'da yaşayan Yahudiler arasında Türkçe soyad taşıyan birçok Yahudi vardır ki, bunlar Aşkenazidirler

Üç Dinin Tarihi/ Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar

*Artamanov (M.): The History of the Chazars, Leningrad, 1962; Kuzgun (Ş.): Hazar ve Karay Türkleri, Ankara, 1985, s. 96-146.
 **Rawlinson (G): Parthia, Londra, 1. baskı, 1893.



Aşkenazilerin Haplogrup dağılımı

Avrupa Yahudilerinin atalarını anlamak için yapılan genetik çalışmalar farklı ve tutarsız sonuçlar vermiştir. Bazı çalışmalar Avrupa Yahudileri ile Adigeler gibi Kafkas popülasyonlarının genetik benzerliklerine (Behar ve arkadaşları 2003; Levy-Coffman 2005; Kopelman ve arkadaşları 2009), bazıları Filistinliler gibi Orta Doğu popülasyonları ile benzerliklerine (Hammer ve arkadaşları 2000; Nebel ve arkadaşları 2000), diğerleri İtalyanlar gibi Güney Avrupa popülasyonları ile benzerliklerine işaret etmiştir (Atzmon ve arkadaşları 2010; Zoossmann-Diskin 2010). Bu çalışmaların çoğu genom öncesi-geniş çağda, tek ebeveynli markerler kullanılarak ve farklı referans popülasyonlar dahil edilerek yapılmış olup bu da elde edilen sonuçların karşılaştırılmasını güçleştirmiştir. Tam genom verileri kullanılarak yapılan daha yeni çalışmalar Avrupa Yahudilerinin Dürzi, İtalyan ve Orta Doğu popülasyonları ile yüksek benzerliklerini göstermiştir (Atzmon ve arkadaşları 2010; Behar ve arkadaşları 2010).

Yahudilerin Y-DNA (Baba tarafı) haplogrupları:

J1 (M267) % 5-24
J2 (M172) % 6-19
E1b1b1 (M35, M78, M123) % 3-23
G (M201), G2c (M377) % 5-7.7
Q1b (M378) % 5-7
R1b1 (M269, M17) % 2-11.4
Bunlardan R1a, R1b, Q, J2a, J1, G2 Türklerde de yoğun olarak görülmektedir.
Yahudilerin mtDNA (Anne tarafı) haplogrupları:
K % 31-40 (Batı ve Orta Avrupa Yahudilerinde % 50, Doğu Avrupa Yahudilerinde % 15)
H % 14-27
N1b % 6-10
J % 9-10
HV % 8-12
U % 5-7
T % 3-7
W % 2-3

K haplogrubu yaklaşık 12 bin yıl önce Batı Asya’dan çıkmıştır. Yüksek K yüzdesi 100 jenerasyon önce oluşan genetik darboğaza işaret etmektedir. K haplogrubu daha çok Dürzilerde (% 16), Filistinlilerde (% 8), Avrupa yerlilerinde (% 10), Avrupa’nın % 6’sında ve Kürtlerde (%12) görülmektedir.


Yahudilerin ortak gene sahip olmadığını gösteren bu sonuçlar araştırmacıları Yahudi DNA’larının orijin lokasyonlarını bulmaya yöneltmiştir.



Bülent Pakman. Nisan 2016

https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/eski-turk-devletleri-turk-yurtlari-turk-topluluklari/turklerin-tanrisi/turk-kavimlerinde-hiristiyanlik-ve-musevilik/yahudilerturk/

Diğer Kaynaklar


Localizing Ashkenazic Jews to primeval villages in the ancient Iranian lands of Ashkenaz. Ranajit Das, Paul Wexler, Mehdi Pirooznia, Eran Elhaik. Genome Biology and Evolution Advance Access. 19.4.2016 http://gbe.oxfordjournals.org/content/early/2016/03/03/gbe.evw046.full.pdf+html (tamamı) http://gbe.oxfordjournals.org/content/early/2016/03/03/gbe.evw046.abstract(özeti)

Yiddish may be a TURKISH dialect: DNA study suggests it was invented by Jews as they traded on the Silk Road. Sarah Griffith. Daily Mail. 19 Aprel 2016. http://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-3548149/Yiddish-TURKISH-dialect-DNA-study-suggests-invented-Jews-traded-Silk-Road.html

Scientists reveal Jewish history’s forgotten Turkish roots. David Keys. Independent. 20 Aprel 2016. http://www.independent.co.uk/news/science/archaeology/scientists-reveal-jewish-historys-forgotten-turkish-roots-a6992076.html

Yiddish Language was Invented by Slavo-Iranian Jewish Merchants, Scientists Say. Sci-News.com. Apr 19, 2016. http://www.sci-news.com/genetics/yiddish-language-slavo-iranian-jewish-merchants-03797.html


The Missing Link of Jewish European Ancestry: Contrasting the Rhineland and the Khazarian Hypotheses. Eran Elhaik. Genome Biology and Evolution. 2013; 5(1): 61–74.http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3595026/http://gbe.oxfordjournals.org/content/5/1/61.full.pdf+html?sid=ad091b58-1882-4dcf-8a25-e3aa2059e56d

Yahudilerin ecdadı aslında Türkler mi. Hürriyet Haber. 27 Ocak 2013 http://www.hurriyet.com.tr/yahudilerin-ecdadi-aslinda-turkler-mi-22454720

Yahudi diye bir şey artık yokmuş. Oğuz Eser. Timetürk. 31.12.2012 http://www.timeturk.com/tr/2012/12/31/yahudi-diye-bir-sey-artik-yokmus.html

Ya Yahudiler Türk’se. Mehmet Yiğittürk ODATV 28.10.2011 http://odatv.com/ya-yahudiler-turkse-2810111200.html

The Invention of the Jewish People. Sholomo Sand. Verso England. 2009. http://www.rafapal.com/wp-content/uploads/2012/01/Shlomo-Sand-The-Invention-of-the-Jewish-People-2009.pdf

Yahudi Tarihçiye göre Yahudi bir halk yok. Emine K. Arslaner / Timeturk /Almanya. 12.03.2008 http://www.timeturk.com/tr/2008/03/12/yahudi-tarihciye-gore-yahudi-bir-halk-yok.html

Yahudileri kızdıran, “Yahudi” kimdir? Nurhayat Küçük. Gazate 32. 10 Aralık 2011. http://www.gazete32.com.tr/yazarlar/yahudileri-kizdiran-yahudi-kimdir-makale52.html

13. Kabile. Arthur Koestler. PİM Yayınları. Temmuz 2007. İstanbul


Hazarlar. Bir Yahudi Türk İmparatorluğu. Albert Mizrahi. http://arsiv.salom.com.tr/news/print/17240-HAZARLAR-Bir-Yahudi-Turk-Imparatorlugu.aspx


Hazar Yahudileri. Kevin Alan Brook. Nokta Kitap 2005 (Jews of Hazaria)

Yahudi misiniz? Gen-Ar Genom Araştırma Merkezi. http://www.genomturkiye.com/83-dj-slider/19-yahudi-geni.html


A substantial prehistoric European ancestry amongst Ashkenazi maternal lineages. Marta D. Costa, Joana B. Pereira, Maria Pala, Verónica Fernandes, Anna Olivieri, Alessandro Achilli, Ugo A. Perego, Sergei Rychkov, Oksana Naumova, Jiři Hatina, Scott R. Woodward, Ken Khong Eng, Vincent Macaulay, Martin Carr, Pedro Soares, Luísa Pereira & Martin B. Richards. Nature Communications. 08 October 2013. http://www.nature.com/ncomms/2013/131008/ncomms3543/full/ncomms3543.html


Rethinking the Khazar Theory! David Duke. February 15, 2016 http://davidduke.com/rethinking-khazar-theory/



Read more

E- Kitap TARİH-İ SULTAN BAYEZİD - MATRAKÇI NASUH







16. Yüzyıl Dâhisi Matrakçı Nasuh'un kaleme aldığı, Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonu’nda yer alan Revan Yazması 1272 numaralı “Tarih-i Sultan Beyazıt” adlı eseri tıpkıbasım ve günümüz Türkçesiyle yayımlamış halidir

Asıl adı ‘'Nasuh bin Karagöz bin Abdullah el Bosnavi'' olan Matrakçı Nasuh, II. Bayezid zamanında Enderun'da eğitim görmüş ve yetişmiştir.Yavuz Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yaşamış, bir çok meziyete sahip bir şahsiyet olarak iz bırakmıştır   Adındaki ‘'Bosnavi'' kelimesi Bosnalı olduğuna dair bir ipucu veriyor.

İcra ettiği hüsn-i hat ve minyatür sanatına yeni üsluplar katarak geleneksel sanatların gelişmesine katkı sağlamış. Resimleri ise Matrakçı'nın Rönesans sanatçıları ile aynı özelliklere sahip olduğunu göstermektedir. Tarih de , Osmanlı'nın renk ustası, doğunun Leonardo Da Vinci'si olarak da adlandırıldığını görüyoruz.

Matrakçı Nasuh´un her alanda gösterdiği ustalığı karşısında Kanuni, 1529 tarihli fermanında; Nasuh´un İslam dünyasında ve sanatlarda tek olduğunu, herkesin Nasuh´u "Üstad" ve "Reis" olarak tanımasını, ona saygıda kusur edilmemesini buyurmaktadır.

‘'Nasuh bin Karagöz bin Abdullah el Bosnavi'' yani 16.yüzyıl dâhisi Matrakçı Nasuh'un her ne kadar doğumu hakkında fazla bilgiye sahip olunmasa da 1564 yılında izleri ve etkileri günümüze kadar uzanan sayısız eserini geride bırakarak hayata veda etmiş

kaynak;
16.YÜZYIL DAHİSİ MATRAKÇI NASUH`A DAİR HERŞEY
insanvesanat.com
Tarih-i Sultan Beyazıd
turing.org

Read more

31 Mart 2017 Cuma

E-Kitap Divan-ı İbni Sina

Read more

29 Mart 2017 Çarşamba

E- Kitap İstanbul Kültür ve Edebiyat Atlası - M. Davut Göksu





İstanbul Kültür ve Edebiyat Atlası adlı kitapta; eserlerini İstanbul’a adamış edebi şahsiyetler ile bu şehir için bu şehirde çalışmalar yapmış kültür adamlarının şiir, mısra, beyit ya da paragraf şeklindeki alıntıları yer almaktadır. Alıntılar dışındaki metinlerde kitabın muhteviyatına uygun edebi bir bir üslup kullanılarak okuyucunun zevk alması amaçlanmıştır.

Şehrin belleğinin her açıdan ele alındığı İstanbul Kültür ve Edebiyat Atlası dört bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden ilki olan Mana; arka planında İstanbul’un geçmişten bugüne taşıdığı felsefesini ve anlamını hatırlatıyor. İkinci bölüm Mekan ise edebiyatçıların duygu dünyasında izler bırakan şehrin mekanlarını hem aktarıyor hem yorumluyor. Üçüncü bölüm Hayat geçmişten bugüne İstanbul insanının gündelik hayatına göndermeler yapıyor. Kapalı Çarşı’dan Mısır Çarşısı’na, Sultanahmet’ten Süleymaniye’ye, Ayasofya’dan Kariye’ye, Galata Kulesi’nden Kız Kulesi’ne, Aziz Mahmud Hüdayi’den Yahya Efendi’ye şehrin mekan ve alışkanlıklarının arkasındaki gündelik hayatı öne çekiyor. Çalışmanın dördüncü bölümünde ise İstanbul’un tarihteki dar boğazlarından bahsediyor. Günümüze yaklaştıkça şehre bakışın odağını arttırıyor.

Özenli bir çalışma sonucunda son bir yıl içeresinde çekilen ve şehrin her anının, tüm renklerinin yansıtıldığı fotoğraflarla görsel bir şölen oluşturan kitap; dört yüzden fazla edebiyat ve kültür insanının biyografisi, bibliyografyası, fotoğraf dizini ile okuyucuya adeta iz sürdürmektedir.

İçerisindeki isimlerin belirlenmesinde geniş bir heyetin görev yaptığı “İstanbul Kültür ve Edebiyat Atlası” kitabının temeli; temsil ettiği anlamları, sembolleşmiş mekanları, yaşanılan gündelik hayatı ve tarihi dönemeçleri ile edebi şahsiyetlerin ve kültür adamlarının gördüğü İstanbul'u yansıtmaktadır.


Buradan İndiriniz
Read more

27 Mart 2017 Pazartesi

E- Kitap Akifname-Mehmed Akif - Hasan Basri Çantay






Şimdiye kadar hakkında, emsaline nasîb pek çok eserler yazıldı. San’atı, fikriyâtı, hayâtı, hizmeti tahlîl ve tevkîr edildi. Ve her ölüm yıl dönümü vatanın her köşesinde İstiklâl Marşı şâiri ve Safâhat mübdii olarak hürmetle yâda vesîle yüzlerce konferans verildi, musâhabeler yapıldı ve bu millet yaşadıkça sinesinden fışkıran bu tebcîl şerareleri artacak, eksilmeyecektir.

Merhûmun devrinde yaşayan bütün edîb ve şâirlerle kendisini yakından, uzaktan tanıyanların hâtıralarını, kendisiyle hayatı boyunca fikir beraberliğinde bulunmuş olanlar tarihimize büyük eserler hediye ettiler. En son olarak büyük şâirimizin ençok sevdiği dostlarından ve millî mücâdele arkadaşlarından, memleketimizin değerli din âlimlerinden Birinci Büyük Millet Meclisine Balıkesir Meb’usu olarak iltihâk eden üstad Haşan Basri Çantay merhum, sağlığında bizlere Âkif hakkında etraflı bir eser hazırlamakta olduğunu beyan buyurmuştu. Hayatında onu bastırmak kendisine müyesser olmadı. Fakat Hayrülhalefi Mürşid Çantay,merhum üstâdın bu emeğini yurt çapında değerlendirmek üzere neşre karar vermiştir. Kendisine bilhassa teşekkür ederiz. Üstad Haşan Basrî Çantay'ın millî mücadele ve birinci Büyük Millet Meclisi süresince Mehmed Akif merhumla geceli gündüzlü arkadaşlık etmiş olması ve bütün fikriyâtına, tahassüsâtına yakından ilgili bulunması dolayısiyle tarihe, en yetkili kalem olarak «Akîfnâm e»yi ihdâ etmiş oluyor. Yurdumuzun her iki büyük şahsiyetine Cenâb-ı Hakdan rahmetler, mağfiretler niyaz ederken Mürşid Çantay Bey
kardeşimizi de candan tebrik ederiz.
Mahir İz
Kitaptan...

Buradan İndiriniz
Read more

25 Mart 2017 Cumartesi

E-Kitap 19. Asırda İstanbul Haritası-Ekrem Hakkı Ayverdi 94 mb



İstanbul’un büyük bir kısmını tahrip eden Çırçır (1908), İshak Paşa (1912), Vefâ (1918) ve Karagümrük (1919) gibi seri hâlindeki büyük yangınlardan önceki Eyüb, Galata ve Üsküdar dışında sur ile alâkalı İstanbul yarımadasının topografyasını ve âbidelerini 1/2000’lik ölçekle gösteren harita. 45 x 60 ebadında, 20 levha (pafta)
Read more

24 Mart 2017 Cuma

Halifeliğin Kaldırmasının Perde Arkası

1 Kasım 1922 tarihli oturumda ise Rıza Nur Bey’in teklifindeki altıncı madde;-hilafetin Osmanlı hanedanına ait olup, Türkiye Devletinin de hilafet makamının dayanağı olduğunu, Halifeliğe TBMM tarafından bu hanedanın ilim ve ahlak bakımından en iyi yetişmiş olanının seçileceği- şeklinde düzeltildi. Bu teklife büyük ölçüde benzeyen, ancak hilafeti babadan oğul'a geçmek üzere Osmanlı hanedanına bırakan Hüseyin Avni Bey’in “tadil name” teklifi de tartışılmıştır. Bu aşamada söz alan Mustafa Kemal Paşa, Türk ve İslam tarihi üzerinde kısa bir hatırlatma yaparak Peygamber ve dört halifesinin devlet idaresine geliş şekillerini hatırlattıktan sonra Selçuklu tarihinden örnekler vererek Sultan Melikşah ile Abbasi halifesi arasındaki ilişkileri değerlendirmiştir. Melikşah'ın devletin hâkimiyet ve saltanatını temsil ederken hilafet makamını da muhafaza ettiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, mevcut durumda da hilafet makamı muhafaza edilerek onun yanında hâkimiyet ve saltanat-ı milliye'nin bulunduğunu belirtmektedir.


Mustafa Kemal Paşa'ya göre “Bütün Türkiye halkı bütün kuvvetiyle hilafet makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dini bir vazife olarak taahhüt ve tekeffül” etmekteydi. Padişahlığın ortadan kalkması ile halifeliğin ne olacağı sorusunun ortaya çıktığına dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, hilafet ile saltanat ve hâkimiyet makamlarının yan yana bulunmasının en tabi hallerden olduğunu belirtmiştir. Ancak saltanat makamında milletin kendisinin oturduğunu, hilafet makamında ise dayanağı Türkiye Devleti olan bir şahsın oturacağını göstermişti. Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkacak durumu ise iki taraflı görmekteydi. “Bu suretle bir taraftan Türkiye halkı çağdaş ve medeni bir devlet halinde her gün daha sağlam daha mesut ve müreffeh olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, kişilerin ihaneti tehlikesine maruz kalmayacaktır”. Diğer taraftan “hilafet makamı da bütün İslam âleminin ruh ve vicdanının bağlantı noktası olabilecektir”. Mustafa Kemal Paşa aynı anlama gelen diğer tekliflerin de birleştirilerek bir an evvel Meclisin oyuna sunulması temennisiyle konuşmasını bitirmiş ancak ikinci grup üyelerinden gelen teklifler üzerine konu Şer’iyye, Adliye ve Kanun-ı Esasi Encümenlerine havale edilmiştir.


Encümende saltanat ve hilafetin ayrılıp ayrılamayacağı tartışmalara uzayınca, Mustafa Kemal Paşa söz alarak milletin isyan ederek hâkimiyetini eline aldığını, kabul edilmesinin iyi olacağını belirtmiştir. Bu müdahale üzerine komisyon teklifi oybirliği ile karara bağlamış ve aynı günün ikinci celsesinde Meclis genel kuruluna sunmuştur. Buna göre: Türkiye halkı milli iradeye dayanmayan hiçbir kuvvet ve heyeti tanımadığı gibi, İstanbul’daki şahsi hâkimiyete dayalı hükümet şeklini 16 Mart 1920’den itibaren ve ebediyen kaldırmıştır. Bu karar bir muhalif dışında bütün milletvekillerinin oybirliğiyle kabul edilmiştir. Burdur milletvekili İsmail Suphi (Soysallıoğlu) ve icra vekilleri heyeti reisi Rauf Bey karar gününün bayram olmasını teklif etmişlerdi.


Saltanatın kaldırılması sürecinde yapılan tartışmalar; Osmanlı aydınlarının genelinde görülen yapılan ve yapılacak atılımların, düzenlemelerin her şartta Osmanlı hanedanı idaresinde gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesinin Büyük Millet Meclisindeki bir gurup milletvekilinde de devam ettiğini göstermektedir.


Savaşın başarıyla sonuçlandırılarak milli hâkimiyetin Büyük Millet Meclisinde tecelli etmesi dolayısıyla Buhara, Afganistan ve yurdun çeşitli yerlerinden tebrik telgraflarının mecliste okunması bu aşamada edinilen ve moral destek sağlayan iç ve dış destek için bir ölçü olmalıdır.


Saltanatın kaldırılması kararından sonra üzerinde sadece halife unvanı kalan Vahdettin’in kaçış gününe kadar İstanbul’da yaşananlar hakkında pek net tespitler yoktur. Ancak 4 Kasım1920 tarihi ile hükümetin toptan istifa etmesinden sonra Vahdettin’in yurtdışına kaçacağı söylentileri çıkmıştır. İçişleri eski bakanı Ali Kemal Beyin kaçırıldıktan sonra linç edildiğinin duyulması, İstanbul'da saltanat karşıtı birtakım gösterilerin yapılması ve Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini muhatap almaması üzerine VI.Mehmed Vahideddin’in paniğe kapıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 16 Kasım 1922 tarihinde İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığına yaptığı yazılı başvuru ile İngiltere’ye sığınmıştır.

18 Kasım 1922 tarihli toplantının beşinci celsesinde hükümet, halife Vahideddin efendinin İngilizlere sığınarak İstanbul’dan ayrıldığını bildirmiştir. Meclis, Şer’iyye Vekili Vehbi efendinin bir fetvası ile “hilafetten bilfiil feragat etmekle şer ‘an münhali’ (tahttan indirilmiş) olduğuna” karar vermiştir. Yeni halife için yapılan seçimde 163 milletvekili oy kullanmış, Abdülmecid Efendi 148 oyla Halife seçilmiştir. Meclis’te mevcut anlayışların dikkat çekici bir göstergesi olmak üzere Meclisin Halife’ye bağlılık arz etmesi hususunda hararetli tartışmalar yapılmış ve İstanbul’a gönderilen 15 kişilik bir TBMM heyeti 24 Kasım 1922’de yeni halife tarafından kabul edilmiştir.

Gelişmelerin istikametini göstermesi bakımından önemli bir husus ta Halife Abdülmecid’in Meclisin seçim kararı kendisine tebliğ edildikten sonra Ankara’ya gönderdiği ilk telgrafta dikkati çekmektedir. Halife, “Cuma selamlığında Fatih Sultan Mehmet tarzı bir sarık sarmak, hil’at giymek isteğini bildirirken, İslam âlemine yayınlayacağı beyannamede Vahdettin hakkında bir şeyler söylemek istemediğini, ancak memleketin selameti gerektiriyorsa bunu dahi yapabileceğini” ifade etmiştir. Abdülmecid Efendi’nin bu yaklaşımı ile Mecliste ortaya çıkan halifeye tâbi olma eğilimi Mustafa Kemal Paşa'yı halifelik meselesini daha etraflı bir şekilde düşünmeye itmiştir.

1924 yılı bütçe görüşmeleri öncesi Ankara basınında hakkında çıkan tenkit yazılarının yanı sıra İstanbul’a giden hükümet temsilcileri ve resmi heyetlerin kendisini ziyaretten çekinmelerinden üzüntü duyduğunu belirten Halife Abdülmecid Efendi yanlış anlaşılmaktan çekindiği için Ankara’ya temsilci göndermediğini hükümete bildirmişti. Halife Abdülmecid Efendi, ayrıca “hazine-i hilafetin gücünün yetmediği ve mükellefiyetinin haricindeki masraflarını karşılamada hükümetin 15 Nisan 1923 tarihinde vaat ettiği bütçe artırımı için de gereğinin yapılmasını” istiyordu. Halifenin resmi devlet teşkilatının önemli bir parçası olduğuna inandığını gösteren bu talebi Mustafa Kemal Paşa için bardağı taşıran son damla olmuştur.

Ordunun harp oyunları tatbikatına katılmak için İzmir’de bulunan Cumhurbaşkanı, aynı gün başbakan İsmet Paşa’ya gönderdiği telgrafta şikâyet ettiği hususların sebebinin halifenin bizzat kendi davranışlarından kaynaklandığını, zira gerek saraydaki gerekse dışarıdaki tavrının saltanat havası taşıdığının altını çizmektedir. Halife'nin yabancı devlet temsilcilerine memurlar göndererek münasebet kurması, Cuma alaylarına çıkması, asker sivil herkesi kabul edip dertleriyle ilgilenmesinin Cumhurbaşkanında rahatsızlık yarattığı açıktır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre Abdülmecid Efendi kendi konumunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır, zira “Halife ve bütün cihan katî olarak bilmek lazımdır ki, mevcut ve mahfuz olan halife ve halife makamının hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmet-i mevcudiyeti yoktur”. Hilafet makamının “tarihi bir hatıra olmaktan” fazla bir ehemmiyeti olmadığının altını çizen Cumhurbaşkanı, halifenin devlet memurlarının ve resmi heyetlerin kendisini ziyaretini istemesini de Cumhuriyet hükümeti ile karşı karşıya gelmek olarak değerlendirmiştir. Halife’ye mutlaka Cumhurbaşkanından daha az bir ödenek verilmesi gerektiğini belirten Paşa, maksadın saltanat ve debdebe değil, insanca bir yaşam sürmesini sağlamak olduğunu hatırlatmıştır. Halifenin ve mensuplarının yaşayacağı yer meselesinin hükümetçe ihmal edildiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, çok geniş olan görevli ve hizmetli kadrosunun halifeyi “hâlâ saltanat rüyası içinde uyutmasına" dikkat çekmiştir. Meselenin çok önemli olduğunu, “her gün ufuktan saltanat güneşinin doğmasına duacı bir hanedan ve mensupları hakkındaki muamelemizde Türkiye Cumhuriyetini, nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz” sözleriyle gözler önüne seren Paşa, halifenin makamının ne olduğunu açıkça bilmesini ve mevcut durumla yetinmesini istemiştir.


PROF. DR. CEZMİ ERASLAN
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ


Read more

22 Mart 2017 Çarşamba

E-Kitap-Mimar Sinan’ın İstanbul’u - Çekül Vakfı






Mimar Sinan’ın İstanbul’u“ kitabı bu çalışmaların son ürünüdür. Yüzyılı aşan ömründe beş Osmanlı Sultanı gören, elli yıl mimarbaşı olarak çalışan Sinan’ın tespit edilebilen dört yüz elli civarında eseri vardır. Farklı coğrafyaların farklı şehirlerindeki bu şaheserler, Osmanlı’nın mührü olmuş, bu eserlerin yarısından fazlasıyla süslenen İstanbul ise Mimar Sinan’ın İstanbul’u olarak tanımlanmıştır. “Mimar Sinan’ın İstanbul’u” adlı kitabımızda İstanbul’a inşa edilen iki yüzden fazla eserden günümüze ulaşan ve özgün halini koruyanları bulacaksınız. Büyük usta Mimar Sinan’ı rahmetle anarken eserin hazırlamasında emeği geçen herkese teşekkür eder, sevgi ve saygılarımı sunarım.

Dr. Bülent KATKAK



Bu liste, Mimar Sinan’ın İstanbul ‘daki eserlerinden günümüze ulaşan ve özgün halini koruyan yapılardan oluşmaktadır. Eserlerin envanter bilgileri ve alfabetik listeleri ÇEKÜL (Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı) tarafından hazırlanmıştır. Oluşturulan listelerde külliyelere tek numara verilmiş, birimleri ise o başlık altında sıralanmıştır. Külliyeyi içeren yapılar ayrı ayrı düşünüldüğünde İstanbul’da Sinan’dan günümüze ulaşan eser sayısı yüzü geçmektedir.” Yapılarla ilgili bilgiler de ÇEKÜL tarafından hazırlanmıştır.

1. At Meydanı İbrahim Paşa Sarayı (Fatih). 
2. Atik Valide Nurbanu Sultan Külliyesi (Üsküdar): Cami, Medrese, Mektep, Tekke, İmaret, Darülkurra, Kervansaray, Darüşşifa. 
3. Hürrem Sultan Hamamı (Ayasofya, Fatih). 
4. Bali paşa Cami (Fatih). 
5. Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi (Beşiktaş). 
6. Büyükçekmece Külliyesi: Köprü, Kervansaray, Mescit. 
7. Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi (Eyüp). 
8. Evvelbent Paşadere Kemeri (Kağıthane) 
9. Gazi İskender Paşa Külliyesi (Beykoz): Cami, Türbe. 
10. Güzel Ahmet Paşa Türbesi (Fatih). 
11. Güzelce (Gözlüce) Kemer (Sultangazi). 
12. Hadım İbrahim Paşa Külliyesi (Fatih): Cami, Türbe. 
13. Haseki Hürrem Sultan Külliyesi (Fatih): Cami, Darüşşifa, Medrese, Sıbyan Mektebi. 
14. Haseki Hürrem Sultan Türbesi (Süleymaniye). 
15. Havz-ı Kebir (Büyük havuz) (Kağıthane). 
16. Hüsrev Çelebi Ramazan Efendi Cami (Fatih). 
17. Hüsrev Kethüda Darülkurrası Vefa (Fatih). 
18. Hüsrev Kethüda Hamamı (Ortaköy). 19. Hüsrev Paşa Türbesi (Fatih). 
20. Kapıağası (Haramidere) Köprüsü (Beylikdüzü). 
21. Kara Ahmet Paşa Külliyesi (Fatih). Medrese, Türbe 
22. Kılıç Ali Paşa Külliyesi (Beyoğlu). Cami, Hamam, Sebil, Türbe 
23. Kovuk (Eğri) Kemer (Sultangazi) 
24. Mağlova Kemeri (Sultangazi) 
25. Mehmet Ağa Külliyesi (Fatih). Cami, Türbe 17 
26. Mesih Mehmet Paşa Külliyesi (Fatih): Cami, Türbe. 
27. Mihrimah Sultan Külliyesi (Edirnekapı): Cami, Medrese, Hamam. 
28. Mihrimah Sultan Külliyesi (Üsküdar): Cami, Medrese, Sıbyan Mektebi 
29. Mimar Sinan Ağa / Mimar Sinan Mescidi (Fatih). 
30. Molla Çelebi (Fındıklı) Camii (Beyoğlu). 
31. Saray Mutfakları (Topkapı Sarayı Fatih). 
32. Nişancı Mehmet Paşa Külliyesi (Fatih): Cami, Türbe. 
33. Pertev Paşa Türbesi (Eyüp). 
34. Piyale Paşa Külliyesi (Beyoğlu). 
35. Rüstem Paşa Camii (Fatih). 
36. Rüstem Paşa Kervansarayı (Beyoğlu-Perşembe Pazarı). 
37. Rüstem Paşa Medresesi (Fatih). 
38. Rüstem Paşa Türbesi (Fatih). 
39. Semiz Ali Paşa Medresesi (Fatih). 
40. Sinan Paşa Külliyesi (Beşiktaş): Cami, Medrese. 
41. Siyavuş Paşa Evladı Türbesi (Eyüp). 
42. Sokollu Mehmet Paşa Cami Azapkapı (Beyoğlu). 
43. Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi (Eyüp): Türbe, Medrese, Darülkurra 
44. Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi (Kadırga, Fatih): Cami, Medrese, Tekke 
45. Sultan Murat Köşkü (Topkapı Sarayı, Fatih).
46. Sultan Selim (I) Medresesi (Fatih). 
47. Sultan Selim (II) Türbesi (Fatih). 
48. Süleymaniye Külliyesi (Süleymaniye, Fatih): Kanuni Sultan Süleyman Türbesi, (Hürrem Sultan Türbesi) Medrese-i Evvel, Medrese–i Sani, Medrese-i Salis, Medrese-i Rabi, Darülhadis, Darülkurra, Darüşşifa, Darüttıb, İmaret, Sıbyan Mektebi, Kervansaray, Hamam. 
49. Şah Huban Hatun Türbesi (Fatih). 
50. Şehzade Mehmet Külliyesi (Fatih): Cami, İmaret, Kervansaray, Medrese, Sıbyan Mektebi, Tabhane, Türbe. 
51. Şehzadeler Türbesi (Fatih). 
52. Şemsi Ahmet Paşa Külliyesi (Üsküdar): Cami, Türbe, Medrese. 
53. Tophane (Kurşunlu) Mahzeni (Beyoğlu). 
54. Uzun Kemer (Eyüp). 
55. Valide Sultan Hamamı (Üsküdar). 
56. Zal Mahmut Paşa Külliyesi (Eyüp): Cami, Türbe, Medrese (I), Medrese (II)
Read more

20 Mart 2017 Pazartesi

E- Kitap - Osmanlı İstanbul’unun İlk Yapıları Hisarlar Ve Mahalleleri-Süleyman Faruk Göncüoğlu (Renkli 46 mb)







ÖNSÖZ

Miladi 1390 itibari ile İstanbul’un Anadolu kıyıları tamamen Türk kuvvetlerinin denetimi altına girmiş, akabinde inşa edilen Anadoluhisarı üzerinden fethin ilk provaları başlamıştır. Takvimler, 1452 senesini gösterdiğinde ise 30.000 m2’lik alan üzerinde dört ay gibi kısa bir sürede inşa edilen Rumelihisarı artık fethin habercisidir.

Boğaziçi’nde karşılıklı yer alan iki hisar, Osmanlı İstanbul’unun en eski yapıları olup ilk Türk mahalleleriyle, askeri başarı kadar sosyal ve iktisadi yapılanmasıyla Türk-İslam Medeniyeti’nin İstanbul’daki inkişafinın başlangıç noktaları olmuştur.

Anadoluhisarı ve Rumelihisarı Osmanlı İstanbul’unun en eski yerleşim yerleri olma hususiyetini bünyelerinde barındırmalarına rağmen maalesef buradaki semtler içerisinde ikamet edenler başta olmak üzere İstanbullular için aidiyet ve sahiplenme duygusunu kazandıracak yazılı eser sayısı bir elin parmaklarını bile geçmemektedir. Her iki kadim hisar hakkında yazılan ilk eserlerden olan ve ilk baskısı 1941 yılında yayımlanan Albert Gabriel’in İstanbul Türk Kaleleri adlı, Tercüman’ın 1001Temel Eser serisi içerisinde Türkçesi de yayımlanan kitap elimizdeki en baş kaynağı teşkil etmektedir. Rumelihisarı’nın 1955-1957 tarihleri arasında gerçekleştirilen onarımı aşamasında görev alan Cahide Tamer’in, yapılan onarımlar ile ilgili aktardığı ve Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından 2001 tarihinde yayınlanmış olan kitap, son restorasyonu hakkında bilgi kaynağımız olmaktadır. Elinizdeki bu çalışma, İhsan Kesedar’ın “Rumelihisarı” adlı eserinin ardından Anadolu ve Rumelihisarları ile Mahallelerini ele alan ilk müstakil kitap çalışmasını oluşturmaktadır.

Şu gerçek unutulmamalıdır ki, İstanbul tarihi konusunda söylenecek söz, araştırılacak belge ve yazılacak o kadar çok metin var ki, içerisine girdikçe anlaşılmaktadır. Kolay değil üç büyük medeniyete ve imparatorluğa ev sahipliği yapmış şehirden bahsetmekteyiz dünya tarihinde, onsuz bahsedilemeyen. Resulullah Efendimiz’in (s.a.v) hadis-i şerifi ile önemine binaen İslam orduların kızıl elması olması gibi pek çok tarihi ve kültürel değerleri bünyesinde barındıran ilahi dinlere ev sahipliği yapan şehir olan İstanbul hakkında yazılan kitapların hiçbiri son söz değildir. Gün yüzüne çıkan her belge ve bilgi yeni yazılara ve kitaplara yelken açtırmaktadır.

Elinizdeki bu çalışma, yeni araştırmacılara ve İstanbul sevdalılarına derli toplu bir kaynak oluşturma niyetiyle hazırlanmış, zihnimizdeki bilgileri kağıda dökerek sizlerle paylaşmaktan öte bir şey hedeflenmemiştir. Her yönü ve her şeyi ile bu kadim şehrin bize ait olduğunu ve bizlerin de bu şehri gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktaracak emanetçiler olduğumuzu unutmamamız gerektiği düşüncesiyle…
Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU – Rumelihisarı Mayıs 2015


Buradan İndiriniz 


Read more

19 Mart 2017 Pazar

18 Mart 2017 Cumartesi

E- Kitap ÖLDÜRÜLEN 101 ŞAİR-MUSTAFA CEYLAN-2013




Naima’nın tarihinden:

Bir gün padişah Nef’i’nin “Sihamı Kaza” adlı hiciv mecmuasını okurken fırtına çıkmış ve sarayın civarına bir yıldırım düşmüş. Bunu uğursuz sayan Sultan, mecmuayı yırtıp attıktan sonra Nef’i’ye bundan sonra hiciv söylememesi için emretmiş. Nef’i güya bu yıldırım hadisesinden sonra padişahın gözünden düşmüştü.
Hattâ onu çekemeyen meslektaşlarından bir şair bu münasebetle:

“Gökten nazire indi Sihamı Kazasına
Nef’i dilile uğradı Hakk’ın belâsına”

beytini söylemiştir.


Nef’î, 1635 yılında, Çavuşbaşı Boynu Eğri tarafından 26 Ocak 1635 tarihinde, hicivci dili sebebiyle, sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürüldü. Cesedi İstanbul Boğazı’ndan denize atıldı. Kimi tarihçiler O’nun ölümüne sebep olan hicviyesini vezir Bayram Paşa’ya değil de, adeta dostu olan Padişah’a yazdığını ve o yüzden öldürüldüğünü not düşerler.



Ey, açgözlü kalabalıkla, taht çevresini saranlar.
Özgürlüğün, Deha, Şerefin cellatlığını yapanlar.
Kanun gölgesinde sinsice bekleşirken sanırsınız,
Karşınızda adalet yok, hak hep sussun istersiniz!
Lakin, vardır tanrı adaleti de.
Bilesiniz fuhuş sırdaşları!
Korkunç bir adalet bekler sizi.
Altın şıngırtısına duyarsız,
O düşünce, icraatı bilendir!
İşte o an kırıcı lafların,
Size bu kez yararı dokunmaz.
Ve o anda bile tüm kara kanınızla
Ulu, şair kanı yıkanamaz!

1837
(Rusça aslından çeviren:
Melaike Hüseyin)
Mihail Yuryeviç Lermontov




Buradan İndiriniz..
Read more

14 Eylül 2015 Pazartesi

BRABUS 500 G 4x4²


Yeni Mercedes modellerini modifiye etmek konusunda zaman kaybetmek istemeyen firmalar arasında başı çeken BRABUS bu yıl Frankfurt'ta uçuk tasarımlı G500 4x4² modelinin güçlendirilmiş halini sergiliyor.

Aracın görünümünde açık renkli karbon fiber eklemelerle farklılık yaratan firma ön tampon altına LED aydınlatmalar eklerken çamurluklar ve yan aynalarda karbon fiber eklentiler görülebiliyor. Daha büyük jantlarla donatılan devin kaputu üzerinde ek hava giriş ve çıkışları açılırken arka tampon yenilenmiş. Egzoz sistemini de yenileyen BRABUS tavana da bir spoiler eklemiş.


İç mekanda sipariş üzerine farklı renklerde deri ve Alcantara döşeme sunan firma özel paspas seti, metal pedallar, ışıklandırmalı kapı eşik kaplamaları ve BRABUS logolu gösterge paneli gibi aksesuarları da listesine eklemiş.

Çift turbo beslemeye sahip, 4 litre hacimli v8 motoru üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda 500 beygir güç, 710 Nm tork alınabilirken dört tekerlekten çekiş sistemi ve 7 ileri vitesli otomatik şanzıman korunmuş. Araç 0'dan 100 km/s sürate 6.9 saniyede ulaşabilirken maksimum sürati 210 km/s'te sınırlandırılmış.
Read more