Türkiye'de modern edebiyatın bir formu olarak romanın ortaya çıkışı, 19 yy. sonuna, Tanzimat dönemine rastlar. Dünya edebiyatı için görece geç, 3. Dünya içinse makul bir tarih sayılabilecek bu dönemde Tanzimat ve Batılılaşma hamleleri etrafında yarı didaktik-yarı edebi bir form olarak pek çok eser üretilir. Bununla beraber çağdaş edebi özelliklere haiz, estetik olarak özgün, karakterleri gelişmiş romanların yazımı ilginç olmayan bir şekilde çok partili dönemin sonlarına rastlar. Tarihten ve toplumdan uzak olmayan bu durum, yazılı anlatı tür ve biçimlerinin gelişimiyle de yakından ilgilidir. Şüphesiz Osmanlı toplumunda da farklı edebi formlar ve edebiyat dışı anlatı teknikleri vardı. Minyatürün, divan edebiyatının, sözlü ve müzikli halk edebiyatının anlam kapasitesi yadsınamaz. Sorun bu formların, günümüz koşullarında yeniden üretim de dolaşım kapasitelerinin sürdürülebilirliği, bugünün hikayelerini anlatma imkanları ve yeterliliğidir.
Modern Türkiye edebiyatında bir form olarak şiirin baskınlığı tartışılmaz. Prestiji de üretimi de diğer edebi türlerin ötesinde ve üzerinde oldu. Ortaya çıkan eserlerin niteliği ve etkisi de tartışılmaz. Şairlerin düşünce de üretmeleri, bu alanda da eser vermeleri şiiri edebi bir form olmanın da ötesine taşıdı. Şiir dışındaki edebi formlarda üretim ve gelişim ise sınırlı. Toplumcu edebiyatın, Tanzimat döneminin Marksist bir yeniden üretimi olmaklığını bir kenara koyarsak, geç 70'lere gelene kadar modern Türkiye edebiyatında karakter gelişimini tamamlamış, anlam ve atmosfer kurmayı başarabilen hikaye ve roman örneklerine rastlamak zor olsa gerek.
Roman ve hikaye üretimindeki bu durum bir tür gerilik yahut yetersizlik değil, Türkiye'nin mevcut tarihselliğinden neşet eden bir fenomen. Modern anlatı form ve teknikleriyle olan ilişkimizin kırılganlığı da bunda etken. Dolayısıyla buradan, sinema gibi çok daha kompleks bir anlam ve estetik üretimi için referanslar, motifler, karakterler ve hikayeler devşirmek çok daha zor. Zira otantik kökleri Antik Yunan tiyatrosuna dayanan bir formla, Oğuz Kaan Destanı'ndan türeyen bir edebi geleneğin aynı karakter çatışmasında, drama unsurunda buluşması, mecz olması biraz zor. Tabii sinemadan anladığımız drama ise.
Modern anlatının temeli olarak tartışılan drama unsurunu, Türk romanında ve hikayesinde arayıp bulmak güç de olsa mümkün. Fakat bunun sinematografik kapasitesi konusunda o kadar da iyimser değilim. Kurulan çatı ve çelişkilerin film zamanına akışı, olay örgüsünün kurulumu, katmanların tasarımı, tüm bu unsurların kurgusal bütünlüğü uyarlama meselesini çetrefilleştirmekte. Dramanın yanı sıra bir diğer mesele ise zamansallık. Türkiye edebiyatında, bilhassa romanlardaki zamansallığın sinematografik zamansallıkla örtüşememesi ciddi bir mesele. Bu sadece olay örgüsünün yayıldığı tarihsel zaman dilimini değil, hikayenin akışındaki göreli zamansallığın ve zamanın parçalara ayrılışının da dahil olduğu bir sorun. Ritim ve kurguyla da doğrudan alakalı bir sorun.
Zamansallık deyince müziği düşünüyorum. Türkiye'de çağdaş halk müziğinin ve arabeskin taşıdığı zamansallıklar acaba sinemaya taşınabilir mi? Örneğin Neşet Ertaş'ı ele aldığımızda müziğindeki aksak ritmin, melodilerin, sözlerindeki derin melankoli ve yas duygusunun çağdaş romana son derece aşina olduğu hissedilebilir. Halk müziğinin bozlak formunda eser üretse, ozan geleneğinden beslense de elektro bağlamayla yaptığı icra, eserlerinin dolaşımı son derece modern yollarla gerçekleşir. Acaba Neşet Ertaş romancıların, edebiyatçıların üstesinden gelemediği meseleleri kat edebilmiş midir? Eserlerinden doğan sinematografik hissiyat, melodilerinden akan döngüsel zamansallıklar, gerilim duygusu, anlatılan karakterlerin derinliği, nihayetinde 3-5 dakika uzunluğunda bir müzik eseri için iddialı gelebilir. Sadece Neşet Ertaş değil klasik Arap müziği formları üzerine aranje edilen arabesk eserler için de benzer şeyle söylenebilir.
Arabeski veya belirli bir tür halk müziğini daha sinematografik kılan nedir? Bunda sadece sanatçıların değil dinleyicilerin, yani dağıtım ve dolaşımın da katkısı olduğu yadsınamaz. Bu formların melezliğe yatkın yapıları, modernlikle girdikleri çetrefil ilişki, iddialarından, duygularından, şiddetlerinden vazgeçmemeleri, bir yanıyla hem belirli bir gelenekle kurdukları bağ hem de son derece kendi zamansallalıkları ve şimdileriyle kurdukları ilişki acaba modern Türkiye romanıyla boy ölçüşebilir mi? Müziğin dramatik yapıya, sinematografiye katkısı teslim edilir peki müzik eseri bir adaptasyonun öznesi olabilir mi?
Romanlarda bulamadığımız zamansallığın, karakter gelişiminin, drama noksanlığının Neşet Ertaş'ın, Orhan Gencebay'ın eserlerinde olma ihtimali ilk bakışta iddialı gelebilir. Fakat arabesk müzikallerin çokluğu, bizzatihi bir tür olarak Yeşilçam melodramasının Mısır'dan ithal arabesk müzikallerin yeniden çevrimiyle geliştiği hakikati göz önüne alınırsa buradaki potansiyel daha iyi anlaşılabilir. Peki Yeşilçam melodramı estetik kriterlerimizi karşılayabilir mi? Burada tartışma tekrardan Türk romanına, modernliğe geliyor. Yeşilçam'ı geniş kitlelere sevdiren, çok özel bir bağın kurulmasına imkan veren bu tam da modernliğin hem içinde hem dışında kurulumu değil mi? Belki de popüler bağın kurulmasına imkan verirken, çağdaş sinemanın estetik kriterleriyle bütünleşememesi, anlam katmanlarının sınırlı kalması bu yüzdendir?
Uyarlama arayışını sürdürürken Yeşilçam tecrübesini doğru anlamak lazım. Zira Yeşilçam filmleri mezkur müziklerin uyarlamasını değil belli bir etkileşimle kullanımından ibaret. Benim kastım ise sözü ve müziği bir metin olarak ele almak, ritmi, derinliği, tasvirleri ve en önemlisi yarattığı hissiyat ve teessürüyle. Bu bağlamdaki denemelerin sinemamıza getireceği özgünlüğün, edebiyattan beslenememenin getirdiği kısırlıkla cebelleşebileceğine inanıyorum.
0 yorum